Türkiye’nin aynı yerde hizmet veren en eski eczanesi

Farmazon olarak Büyükada’daki 149 yıllık Merkez Eczanesi’ne konuk olduk. Eczacı Avni Kurtuldu ile tarihi eczanenin kanatları altında geçmişi, bugünü ve geleceği konuştuk.

Büyükada’daki Merkez Eczanesi kurulduğunda, Birinci Dünya Savaşı’na daha uzun yıllar vardı. Atatürk henüz doğmamıştı. Titanic henüz batmamıştı. Telefon henüz icat edilmemişti. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı daha yeni basılmıştı. Kolera salgını tüm dünyayı kasıp kavuruyordu. Yıl 1870’ti. İstanbul’da Büyük Beyoğlu yangını olarak bilinen ve şehrin bir kısmını sıfırdan inşa ettiren yangının olduğu yıl. İşte o yıl, Eczacı Georges Papagabriel, Merkez Eczanesi’ni açtı. İnanması güç, ama eczane hala Papagabriel’in onu açtığı yerde. İskeleye birkaç dakika mesafede, Ada’nın en işlek caddesinin köşesinde. Etrafında açılıp kapanan dükkânların gelip geçici rüzgârından hiç etkilenmeden, tam 149 yıldır aynı yerde, vakur bir edayla duruyor. Kimsenin bilmediği bir şeyler biliyor belli ki. Dile kolay, Türkiye’de aynı yerde en uzun süre hizmet veren ve hâlâ ayakta olan tek eczane…

Güneşli bir bahar günü, Beşiktaş’tan motora atlayıp Büyükada’nın yolunu tuttuk. Son 30 yılını Merkez Eczanesi’nde geçiren Eczacı Avni Kurtuldu’yla önceden sözleşmiştik. “Ben buradayım…” diyordu telefonda samimiyetle. “Çok gelirler röportaja, alışkınız biz.” Gidince gördük ki, gerçekten de Merkez Eczanesi’nin gelip gideni hiç eksik olmuyor. Sadece dışarıdan değil. Ada halkı da, bu eczanenin olmadığı bir Büyükada’yı hiç tanımamış. Haliyle, kapıdan başını uzatıp selam verenden tutun da, kısa bir sohbet için uğrayandan bir çay içip kalkana kadar, Adalılar için eczane bilindik işlevinin yanında bir araya gelme, sosyalleşme, gündemi yakalama mekânına, en hasret duyduğumuz haliyle komşuluk yapma vesilesine dönüşmüş. Avni Bey, Adalıların gözbebeği. Muhabbetine doyum olmuyor, çaycısı belli ki fazla mesai yapıyor, hasta olan da olmayan da eczanede şöyle bir tur atmadan günü tamamlamıyor. Diğer yandan Ada’nın yüzü değişiyor. Dışarıda, eski Ada günlerinde olduğundan daha yoğun bir kalabalık var. Ama günübirlikçiler gidip de sokaklardan el ayak çekildiğinde, Adalılar kendi hallerine bırakıldığında her şey biraz daha eski günleri andırıyormuş. En azından birkaç saat için.

İçeri girince, Avni Bey bizi köşedeki sedire yönlendiriyor. Rahat sedire kurulunca, arkamızda kalan fotoğraflara ilişiyor gözümüz. Meğer Lefter Küçükandonyadis’in köşesiymiş bu. Her fırsatta eczaneye uğrar, oturduğumuz sedire oturur, Avni Bey’le koyu bir sohbete dalarmış. Bunu duyduktan sonra, sedirle olan ilişkimiz bir anda ciddileşiyor.

Merkez Eczanesi’nin tarihi 1870’e dayanıyor. O günden bu güne kaç eczacı gelip geçmiş buradan?
Kayıtlıların yanı sıra, kayıt dışı olanlar da vardır mutlaka, ama buranın ilk eczacısının Georges Papagabriel olduğuna eminiz. Çünkü bize Atina’dan bir fatura geldi ve üzerinde eczanenin kuruluş tarihi yazıyor. Buranın nüfus kâğıdı gibi bir şey. Daha sonra Ermeni bir eczacı, Hayk Stepanian devralmış. Zaten Cumhuriyet öncesi Türk eczacı yok. İlk zamanlar usta-çırak ilişkisi etkili, ama o dönem Müslümanlar çocuklarını azınlıkların yanına çırak olarak vermek istemiyor, eczacılar da Müslüman çocukları yetiştirmeye çok istekli değil. Cumhuriyet’le birlikte eczacılık okulu açılınca Türkler de eğitimini almaya başlıyor. Cumhuriyet’ten sonraki dönemde kayıtlı ilk eczacımız Şinasi Rıza Birbil. Sonra Birbil’in eczacı oğlu devam ediyor. Aralarda muhakkak birileri gelip geçmiştir, ama kayıtları olmadığı için bilemiyoruz. Ardından Hüsnü Ocakçıoğlu devralmış, ondan sonra da kızı Şölen Ocakçıoğlu ve nihayet biz…

Eczanenin ilk eczacısı Georges Papagabriel’den kalan meşhur fatura.

Buranın değişmeden kalması için, çok büyük fedakârlıklar yapılmıştır, eminiz. Hem sizin döneminizde hem de sizden önceki dönemde… 
Bundan 15-20 sene öncesine kadar eczacılık kazançlı bir meslekti. Maddi anlamda sıkıntı olmadığı için koruma işi daha sorunsuz yürüyordu. Burası SİT alanı, binanın aynı şekilde kalmasında bunun da etkisi var. Çivi bile çakılamıyor. Son 15-20 yıldır ekonomik anlamda zorluklar var. Eczaneyi döndürmek çok zor. Burası Kilise Vakfı’na ait. Biraz da onların hoşgörüsüyle devam ediyor. Yoksa eczacılık yaparak böyle merkezi bir yerin kirasını ödeyemezsiniz. Bundan sonra daha da zorlaşacak. 

“Buranın eczane olarak kalmasını istiyorum. Belki bir eczacılık müzesi haline getirirler.”

Sizden sonra bu yapının eczane olarak korunup korunamayacağına dair bir endişeniz var mı?
Var. Buranın eczane olarak kalmasını istiyorum. Türk Eczacıları Birliği, Büyükşehir Belediyesi ve Kültür Bakanlığı’nın el birliğiyle destek olması lazım. Belki burayı eczane olarak işletmezler de, bir eczacılık müzesi haline getirirler. Ya da yaşayan bir eczane olarak muhafaza edilir, ama bir tarafıyla müzeye dönüştürülür. Geleni gideni olur, canlı kalır. Öylesi daha ideal tabii. Yoksa bizden sonra bir başkası devralırsa, ekonomik anlamda çok zorlanacağını tahmin ediyorum.

Tam bu noktada, oturduğumuz köşeye kan içinde kalmış bir el uzanıyor. “Abi, ne yaptın ya?” diyor Avni Bey şaşkınlıkla. Bir köpek ısırığı. Hemen gerekli müdahale yapılıyor. Avni Bey, böyle durumlara alışkın bir edayla, avutan da bir şefkatle sarıyor yaralı eli. Sonra döner dönmez, kaldığı yerden devam ediyor. “Burası bir kültür mirası olarak görülmeli.” diyor. 

“80 küsur yaşında bir amca geldi. Şurada bir şişeyi görünce ağlamaya başladı.”

Peki bu konuda şimdiden bir girişimde bulunulsa nasıl olur?
Yeni Belediye Başkanı’na söylemek lazım. Burada 30. yılım doluyor. Emek veriyorum, malzemeleri korumaya çalışıyorum. Burayı ticari anlamda kullanabilirdim. On masa şuraya, beş masa şuraya atardım, köfteler, kokoreçler… Ama aklıma bile gelmedi. Şuradaki tuğladan bir parça düşse, içim gidiyor benim. Burada öyle maceralar, öyle hatıralar var ki… 80 küsur yaşında bir amca geldi. Şurada bir şişeyi görünce ağlamaya başladı. Meğer Şinasi Rıza Birbil eniştesiymiş. O da burada çıraklık yapıyormuş. O şişeye ayağı çarpmış, tam kırılacakken Şinasi Bey tutmuş, sonra da çırağına bir tokat atmış. İşte o şişeyi görünce o gün aklına gelmiş. 

Ne anılar vardır burada…
Evet, buranın elden gitmemesi lazım. Bu oturduğunuz köşe Lefter’in köşesiydi. Burada oturur anılarını anlatırdı bize. Hangi maçta ne goller atmış, Turgay Şeren’i nasıl kandırmış… Ada’da yaşayıp da buraya uğramamış, burada anısı olmayan kimse yok. O yüzden korunması lazım. 

Burada eczacılığın tarihini ve geçirdiği aşamaları da keşfetmek mümkün. Eczacılık, sizin yetişebildiğiniz dönemden önce nasıl bir meslekmiş? 
Bizden önceki dönemin son yıllarını yakaladım galiba. Mesela bunu yakaladım. (Kalkıp, daha önce görmediğimiz bir alet getiriyor.) Bu, ilaç yapma aparatı. Terazide tozları tartıyorsunuz, buraya döküyorsunuz, bunun bir sıva hammaddesi var, onu alıp ovalıyorsunuz, macun kıvamına getiriyorsunuz, doktorun verdiği adede göre buraya oturtuyorsunuz, böyle kesiyorsunuz ve teker teker çıkarıp yuvarlıyorsunuz. Bunun adı pilül tahtası. 60’larda ve 70’lerde çok yoğun kullanılıyordu. Yeni mezun eczacı arkadaşlar gelince, bunun ne olduğunu soruyorum onlara. “Bilene çay ısmarlayacağım.” diyorum. (Kahkahalar) Ama gören, bilen yok. 

Eczacı Avni Bey’in ne olduğunu bilene çay ısmarladığı pilül tahtası…

Peki eczacı figürünün insanların hayatındaki yeri geçmişten bugüne ne ölçüde değişmiş?
Eskiden eczacılar ilaç üretirdi, şimdi ilaç danışmanlığı adı altında fabrikasyon tezgâhtarlık yapıyoruz. Ben mesleğin daha ziyade sosyal tarafını ön plana çıkarmaya çalışıyorum. İnsanların gidip oturacağı, derdini anlatacağı mekânlar kalmadı. Mesela biraz önceki adam geldi, elini sardırdı, gitti. Yarın da çay içmeye gelecek. 50’lerde Demokrat Parti’nin Adalar İlçe Teşkilatı bu eczanenin bodrumunda kurulmuş. Sizin bu oturduğunuz köşe de eczanenin sosyal köşesi. 

Lefter dışında kimler oturdu bu köşeye?
Ediz Hun gelir, Enis Fosforoğlu gelirdi. Futbolcusu, siyasetçisi, sanatçısı, herkes gelir. 

Sıradan bir eczaneyi devralmak yerine, bu eczaneyi devralma kararını nasıl verdiniz? 
Tesadüf oldu. Kasımpaşa’da 10 yıllık eczacıydım. Devralacak eczane arıyordum. Burası da eczacı arıyormuş. Geldim, baktım. Geliş, o geliş… 

Başlangıçta eczaneyi muhafaza etme konusunda endişelendiniz mi?
Önceleri daha ticari kaygılarım vardı. İşletmem gerekiyordu, borca girmiştim. Bütün eski şişeler aşağıda, kolilerin içinde duruyordu. Borçlar bitince, buranın bir tarihi olduğunu hatırladım. Araştırmaya başladım. Sonra bu hale getirdim.

Merkez Eczanesi, Büyükada halkı için ne ifade ediyor?
Ada halkı burada bütün geçmişini görüyor. Hiç boş kalmaz. Hem sağlık hizmeti hem buluşma noktası. Siyaset de yaparlar burada. Tıpkı geçmişteki gibi. Eczane sayısının az olmasının da etkisi var. 

Merkez Eczanesi’nin müdavimlerinden Nino Varon’un gelişiyle sohbetimiz renkleniyor. Nino Varon, bir zamanlar Türkçe Hafif Müzik olarak ifade edilen, şimdiyse Türk Pop Müziği dediğimiz türün 70’lerdeki mimarlarından. Besteci, prodüktör, söz yazarı, en çok da bir müzik kâşifi. Nilüfer’i keşfettiği söylenir, ama bir röportajında onun zaten jüriliğini yaptığı ses yarışmasının birincisi olduğunu ve kendisinin keşfine ihtiyacı olmadığını söyler Varon. O zamanlar lise formalı, ufak tefek bir genç kız olan Nilüfer’le ilk albümü Nino Varon yapmış. Ayrıca Ajda Pekkan, Tanju Okan, Timur Selçuk, Füsun Önal, Kayahan gibi isimlerin de prodüktörlüğünü üstlenmiş. “Ben bir müzik adamıyım” diye tanımlıyor kendini. Eski Adalılardan. Doğal olarak Merkez Eczanesi’nin daimi misafiri.

Eczanenin müdavimlerinden Türk müziğinin usta ismi Nino Varon.

Nino Bey, kendisi için eczanenin ne ifade ettiğini tek cümlede özetliyor: “Eczane, doktordan fazla güvendiğim tek müessese.” Tansiyonunu ölçtürmeye gelmiş, hemen ölçülüyor, tahmin ettiği gibi biraz yüksek çıkıyor. Avni Bey, birkaç tavsiyede bulunuyor. Sohbet, kaldığı yerden devam ediyor.

Uzun süredir buradasınız, eczane aynı kalsa da Ada’nın değişimine de tanıklık etmiş olmalısınız. 
Tabii. Nino Abi de çok iyi bilir. Burası sosyal ve kültürel anlamda çok farklı bir yerdi. Çok bozuldu maalesef. İstanbul kalabalıklaştıkça burası da dolup taşmaya başladı.

Bu yoğunluk eczaneye nasıl yansıyor?
Eczanenin hizmet kalitesini düşürüyor. Sıradan bir yere dönüştürüyor burayı. Satışı değil, iletişimi tercih ederim. Nino Abi buraya gelmiş, ilaç almasa da olur, oturup sohbet edelim. 

Buraya eczacılık öğrencileri de geliyor mu? Neler tavsiye ediyorsunuz onlara?
Onlara ev ödevi olarak “Eski bir eczane bulun.” diyorlar. Ben de geldiklerinde, geçmişte eczacılığın nasıl yapıldığını anlatıyorum. Eczacının sorunlarını paylaşıyorum. Artık çok daha büyük sorunlar var. Eczane açma kriterleri değişti. Kâr marjımız çok düşük, cirolar düşük. Eskiden mama satardık, çok iyi kazanç getirirdi mesela. 

Sizin eczacılık geçmişinizi de merak ediyoruz, nasıl başladı, nerelerden geçti? 
Ailede eczacı yok. Üniversitede birinci tercihimdi, ama tamamen tesadüf aslında. İstanbul Üniversitesi ’80 mezunuyum. Benim zamanımda sınava girmeden önce tercih yapılırdı. Tıp okumak çok uzun geldi, yazmadım. Matematikle aram yoktu pek, mühendislik de istemedim. O an, eczacılık olur gibi geldi. Sonra çok yüksek bir puan aldım. Sonuçlar açıklandığında, birinci tercihime gireceğimi anladım, ama ne yazdığımı bile hatırlamıyordum. Bir baktım ki eczacılık yazmışım.

Eczacılık dışında nelerle uğraşırsınız?
İstanbul Eczacı Odası Tiyatro Topluluğu’nun kurucusuyum. Bir meslek grubunun kurduğu ilk tiyatro topluluğu bu. 20 yıldır hem yazıyorum hem yönetiyorum hem oynuyorum. Eski Beyoğlu İlçe Başkanı’yım. Burada ilçe başkanlığı yaptım. Milletvekili aday adayı oldum. Belediye Başkanı aday adayı oldum.

Yıllardır eczacılık yapan biri olarak mesleğiniz sizi ne yönde değiştirdi?
Sosyal yönden çok değiştirdi. Mezun olduktan sonra ilk eczanemi açtığımda, “Nasıl tezgâhın arkasında duracağım, nasıl ‘Buyurun’ diyeceğim?” diye düşünüyordum. “Ben yapamam.” diyordum. İnsanlarla iletişim kurmak çok güzelmiş meğer. 

Sizin kişiliğinize de uygunmuş demek ki.
Uygunmuş, ama o zamanlar bunu bilmiyordum. Biraz tesadüf oldu.

Kendini dört duvar arasına sıkışmış gibi hisseden bir eczacıya neler tavsiye edersiniz?
Yeteneğinin olduğu, sevdiği bir branş bulmalı. Resim, spor, sanat… Bunun üzerine gitmesi lazım. Sosyalleşmesi lazım. Bir sivil toplum örgütüyle irtibat halinde olmak da işe yarıyor. Bilgi ve birikimini aktaracak bir kanal bulması gerek. Yoksa dört duvar arasında kalır, eğitimine yazık. 

“En büyük hayallerimden biri herkesin granülosit bağışının ne olduğunu…

Eczacı Elif Bölükbaş, yardımcı eczacılık yaparken bir yandan da kurucusu olduğu Kan Akademi vesilesiyle kan bağışını toplum kültürünün bir parçası haline getirmeye çalışıyor.
selinfmz
4 dakikada oku

Güneşten korunma hakkında her şey: 3. bölüm

Konuk yazarımız Dr. Ecz. Gamze Yüksel, güneşten korunma konulu yazı dizisinin 3. bölümünde güneş filtresi çeşitlerini ve hangi filtrenin tercih edilmesi gerektiğini açıklıyor.
selinfmz
7 dakikada oku

“‘İnsanlar benim gördüklerimi görebileceklerini bilmeli’ motivasyonuyla bu işe başladım.”

Astrofotoğrafçılığıyla geniş bir takipçi kitlesine ilham veren Ecz. Süleyman Akgüneş ile gökyüzüne tutkun olmak üzerine…
selinfmz
9 dakikada oku

Bir yorum yazın...

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir